speech

                                              Dile bir görev, zarar verici bir güç atfediyoruz ve kendimizi                                                 dilin zarar verici yörüngesinin bir nesnesi gibi konumlandırıyoruz.

Butler

“Dile bir iş, zarar verecek bir güç atfediyoruz ve kendimizi dilin zarar verici yörüngesinin bir nesnesi gibi konumlandırıyoruz” (Butler, S: 1).

Judith Butler Excitable Speech: A Politics of Performativity, yazısının “Dilbilimsel Hassasiyet” bölümüne şu cümleyle başlamıştır. Butler’ın ilk başta  “Heyecanlı Söylem” tanımını açıklamaya çalışırken şu soruyu sormakla başlar: konuşma eylemi olarak dil, neden her zaman tamamıyla kontrolümüz dışında gerçekleşir? (Butler, 15). Bu soruyla birlikte aslında ilk akla gelen mademki konuşma bizim kontrolümüzde değil o zaman kimin kontrolündedir sorusudur.

Bu noktada bahsi, ifade özgürlüğü bağlamında sürdürmek istiyorum; ifade özgürlüğü “sevmeme hakkının, sevmediğini belirtme hakkı”nı ifade eden bir temel insan hakkıdır (öyle denilir). İfadeyi, politik doğrulukla ilişkilendirirsek nefret söylemini dışarıda bırakan bir kavram da değil aslında. İfade özgürlüğü mutlaka politik doğruyla uyum içinde olması gerekiyor mu sorusu bizi aslında “heyecanlı Söylem”e götürmüyor mu?

John Langshaw Austin, şöyle der: “konuşmak ya da yazmak yapmak’tır. Konuşmak ve yazmak yani dil kullanarak gerçekleştirdiğimiz her şey, bir dinleyiciye, bir seyirciye, bir okura yöneliktir”. Bu bağlamda söylediklerimiz ve yazdıklarımız kendimiz için değil, mutlaka bir başkası için konuşup yazma eylemidir. O zaman demek ki, ifade sadece bize ait bir şey değildir. Bu bağlamda “ifade eylemi” gibi bir kavramın altını çizerken ve sözcükler kullanılarak yapılan her türlü ayrımcılığın bir suça denk düştüğünü söylerken Judith Butler, bir bakıma Austen yorumuna yakın bir yorum benimsemiştir.

Nitekim Bourdieu, Foucault ve Derrida’nın kimi görüşleriyle kendi çıkarımlarını destekleyen Judith Butler; konuşma ve yazma eylemleriyle yani dil kullanarak toplumda bir kimlik oluşturduğumuzu ve kullandığımız dilin bizi bağlamasıyla birlikte yarattığı her türlü hasarın da sorumluluğunu üstlenmemiz gerektiğini söylüyor.

Butler’in kullandığı Althusser’in seslenme (çağırma) eylemi de işin için girince sorun daha netleşiyor. Çağırma düşüncesi Louise Althusser’in Lacan’ın “Ayna Evresi” teorisinden çokça yararlandığı bir teorisinden ortaya çıkmıştır. Kısacası özne olarak var olabilmek için kişilerin tanınmaya nasıl muhtaç olduğunu ele almaktadır. Butler’ın da dediği gibi “Althusser’in sunduğu şu ünlü çağırma sahnesinde polis memuru oradan geçen birine ‘hey sen, oradaki’ diye seslenir. Ve açıkçası kendini tanıyan ve kendine seslenen polise yanıt vermek için dönen kişinin çağrımdan önceden haberi olmaz” (Butler 24). “Çağırma” eylemiyle bir kişiye cevap vermek için döneriz. Böylelikle, tanınırlık kazanarak çağrılırız, maruz bırakılırız. Var oluruz.  Bu noktada iktidarın çarkından sıyrılmanın bir yöntemi olarak, dilin sahip olduğu bağımsız gücü vurgulayan Butler, psikanalizi modern öznenin üretimi için kullanılan modern araçlardan biri olarak gören Foucault’dan ayrışarak, çağrılmanın yabancılaşmış narsisizm üzerinden yeniden anlamlandırılması ile mümkün olabileceğini savunmaktadır.

Butler’a göre birey öznedir dendiğinde özgür ve açık özneden söz edilmiyor. Butler’a göre özneleştirme, hem özne olma, hem de iktidarın emri altına girme süreçlerini kapsamaktadır. Özne, ancak kendi sınırlarını aşan, iktidarın belirli kategorilerine ve sınıflandırmalarına girmeye kabul ederek ve boyun eğerek varlığını oluşturabilir ve sürdürebilir. Var olduğu sürece özne, özneleşmek ve benliksel varlığının tanınması için iktidarın aygıtlarına boyun eğmek zorundadır (36). Özne var oluş süreci boyunca, iktidarın fonksiyonlarını sürdürebilmesi için dayatılan var oluş koşullarını bir özne olarak canlı tutmak durumundadır. Özne olma durumu, özneye bu durumu “bahşeden”, iktidarın sunduğu koşulların tekrarlanması yoluyla sürdürülmektedir. İktidarın dayattığı koşullar ve durum, özne tarafından canlı tutulur ve özne statüsünü korumak istediği sürece özne tarafından yeniden üretilir. Burada ideolojinin bireyi özne oluşturabilme gücünü göz ardı etmemiz isteniyor. Butler için cevap bulunması gereken soru şudur: güç bize bahşedilen bir kudret olarak tanımlanmıyorsa gücü ortaya çıkaran etmenleri nasıl tanımlayabiliriz? Butler bu soruya, “kendinden farklı bir şey olarak ortaya çıkar, aslında bir isim olarak ortaya çıkar (Butler, 36)” diye yanıt verir.

Dil, kendimizi kontrol altında ve kontrol dışı hissetmemize neden olduğu için ona ait bir güç tartışılmazdır. Birine kendisi adına konuşma yetisinin bulunmadığını söylemek dil vasıtasıyla gücün uygulanmasıdır. Birine bir şey olduğunu söylemek o kişinin öznelliğinin doğruluğunu sorgulamaktır. İşte bu şekilde sözcükler incitici olabilmektedir çünkü öznelliği ortadan kaldırmak aynı zamanda var olmayı da ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle, var olmaya devam etmek için çağırırız ve cevap veririz. Yaralayıcı sözcükler söyleyebiliriz. Evet, dilin kendinden çıkan şeyler söyleriz.  Destekleyebildiğimiz ya da söylediğimiz şeyler hakkındaki düşüncemizi değiştirdiğimiz kadar bir dili kullandığımızda her zaman varoluş terimlerini (benim/senin/onların) kullanırız.

Nefret söylemine geri dönersek; Butler’ın nefret söyleminin bir travma diskuru yarattığı üzerine görüşünde haklılık payı fazladır. Ancak soru şu: nefret söylemi bağlamını nasıl tanımlamamız gerek? Butler şöyle düşünür: “Bir konuşmadan incinmek bağlam kaybı yaşamaktır yani nerede olduğunu bilememektir”(S:4).  Örnek verelim: piç sözcüğü Türkçede tek başına bir nefret söylemi unsuru olmuyor. Bir arkadaşına “oğlum sen de çok piçmişsin”, diyen kişi arkadaşını kurnazlığı sebebiyle övüyor da olabilir. Ama aynı sözcük, farklı bağlamda bir nefret söylemi unsuru olabilir. O halde, nefret söylemi her dilde sözcük odaklı değildir.

Butler, ‘nefret söyleminin’ sadece etki söz olarak ‘incitmediğini’ aynı zamanda kişinin sosyal konumunu, sosyal çağrı sürecinin bir parçası olması durumunu meydana getirdiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle de bir hitabın sonucu, bu söz eylemi tarafından ima edilen dinleyicinin sosyal/kültürel konumudur. Söylem hâkimiyeti doğurur. Bu noktada Butler incitmeye bir olasılık sunmaktadır; ‘nefret söylemi’ hitap edilen kişinin bu söylemin gücünü kabulünü ima etmelidir. “Söyleme nasıl bir güç ithaf edilmektedir ki bu söylem öznede böyle bir başarıya sebep olan bir unsur olarak görülmektedir.” (S.19)