politika

Yazan: Mohammad Zavvar

Her ulus devletin kendine özgü bir resmi kimliği olduğu gibi İran devletinin de bu doğrultuda resmi kimliği “İran İslam Cumhuriyeti”dir.

Bu kimlik başlığında sözü geçen İslam kelimesinin bir sıfat olarak İran sözcüğünün önüne geçmesi, İran Anayasası’nda; bu ülkenin temel siyasi yapı, düzen ve hâkim değerler ve ilkelerinin İslamiyet’in kavram ve değerleri üzerinden kurulduğu, tanımlandığı ve yorumlandığına dair bir vurgu olarak değerlendirilmektedir. Ancak gerçek şu ki, İran kimliğini oluşturan nesneler, sadece İslamiyet ile sınırlı olmamıştır. Nitekim bazı araştırmacı ve uz görüş sahiplerine göre, İran kimliğini oluşturan unsurları dört ana başlıkta ele almak mümkündür:

1) İrancılık üzerinden milliyetçilik;
2) Şii mezhebi üzerinden İslamcılık;
3) Üçüncü dünyacılık;
4) Uluslararası ilişkilere hâkim evrensel değer düzeni.

Söz konusu kavramsal nesnelerin her birisi aslında bir odak nokta ve bir ana kuram ekseninde birleşerek, İran dış politikası kimliğinin özgün nesnesi üzerine odaklanmaktadırlar.
İrancılık, İslamiyet ve batı değerlerinin İran ulus devlet kimliğinde harmanlaşması sonucunda yeniden yapılandırılmış farklı kimlikler üzerinden değişik rolleri yansıtan çok yönlü bir kimlik ortaya çıkmıştır. Aslında bir ülkenin dış politikası belirtkelerini yansıtan bu roller, İran örneğinde şunlardır:
İslamcılık:
İran dış politikasının davranışlarını belirleyen ve yönlendiren önemli kaynak, İslami ideoloji adıyla anılan İslami değer ve normlardır. İdeoloji üzerinde farklı tanımlar yapılmasına bakmayarak genel itibarıyla siyasi davranışa sebebiyet veren ve bu doğrultuda biçimlendiren değişmez inançlar grubu olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımdan anlaşıldığı gibi, bu tür ideolojiye dayalı dış politika ve siyasi davranışlarda hiçbir esneklik ve müsamahaya yer yoktur. Ancak gerçek şu ki, Şii mezhebi, devingen içtihat şartı dolayımıyla en yüksek esneklik ve müsamaha özelliğine sahiptir! İslam dünyasının iki yüzyıllık bir sömürü düzeninden kurtulması yönünde tek yürek, İslami birlik ve beraberlik ve ümmet eksenli bir İslam ülkesi yaratma arzusunun gerçekleştirme çabaları doğrultusunda İslami faaliyetlerin yükselişe çıktığı döneme denk gelen İran İslami devrim, ülkede iktidarı sağladıktan sonra, diğer İslami ülkelerde benzer İslami devrimlerin gerçekleşmesi amacıyla rejim ihracı politikasını bir ana politika olarak uygulamaya koymuştur. Bu doğrultuda İran devleti, özellikle Şii çoğunluklu komşu ülkelerde silahlı İslamcılar ve siyasi hareketleri ve cemaatleri maddi ve manevi himaye edilmesini bir dış politika hedefine getirmişti. Bu dönemde İslam dünyasını birleştirme ve İslami bir süper güç oluşturmak belirleyici bir nesne olarak, İran dış politikasının temel prensipleri arasındaydı.
Aslında dönemin dış politikasındaki ön görülen hedefler, gerçekleşebilme olasılıklarının oldukça düşük olması bir tarafta dursun, dış ve iç düzeylerde ulus devletin oluşum sürecinin ülkede karşılaştığı sorunlardan daha fazla sorunla karşılaşmıştı. Ancak her şeye rağmen bu hedefler İran İslam Cumhuriyeti’nin politikacıları için bir İslami misyon anlamını taşımaktaydılar. Bu esasta İran Anayasasını düzenleyen elitler, Müslümanların siyasal, ekonomik ve kültürel birleşmesi gerektiği yönünde anayasanın 10. (iktisat ve mali işler), 6. (yasama), 8. (liderlik) ve 9. (yürütme) kısımlarında bazı maddeler ekleyerek açık bir şekilde İslami değer ve normların dış politikadaki rolüne vurgu yapmışlardı.
Bu esasta söz konusu İslami ilkeler, İran dış politikasının dünyaya yönelik bakış açısını belirlemekteydi. Nitekim Şii temelli İslami fıkıh açısından; dünya ve ona hâkim uluslararası düzen, ulusal birimlerden oluşan bir bütün değildir ve aslında İslam ve küfür dünyası veya ezen ve ezilenler olarak iki farklı kutuptan oluşmaktadır. Bu doğrultuda İslami hükümetlerin dış politikadaki hedefleri, ümmete dayalı bir büyük İslam devletinin yaratılması yönünde çaba sarf etmektir. Bu perspektiften; şimdilik dünyaya hâkim olan düzen küfür dünyasının istediği yönde şekillenmiş ve bu yüzden dünyada huzursuzluk, çapraşık ilişkiler ve çetrefilli durum hâkimdir. Dolayısıyla ümmetin oluşması ve ardından büyük İslam devletinin kurulmasından sonra bu düzenin yerini, huzura erdiren ve barışçıl bir düzen alacaktır. Aslında rejim ihracı politikası bu ideal üzerinden yürütülmüştü ve hatta İran-Irak savaşı sonrası Şii dünyasının ana vatanı kavramının ortaya konulması ve geliştirilmesi bu tarz düşüncenin sonucunda öncelik bulmuştu.

İrancılık:

İran dış politikası biçimlenmesinde, İslami kimliğinin yanı sıra, geleneksel İranlılık üzerinden idealizm ve ulusal kimlik gibi unsur da önemli etkileri olmuştur. Söz konusu İran’a özgü idealizm, dış politika sahasında çalışmalar yapan R. Ramazani ve Graham Fuller gibi araştırmacılar tarafından İrancılık başlığı altında ele alınmıştır. Fuller, Dünyanın Kıblesi kitabının girişinde bu konu üzerine şöyle düşünmektedir: “Yabancıların hiç anlamayacağı biçimde İranlıların bağnaz ve mutaassıp bakış açıları dünyaya, İran eksenlidir.”
Kültürlerin karşılaşmaları sonucu birbirinden etkilenmeleri ve bu yönde küçük ve büyük değişikliklere uğramaları varsayımından yola çıkarak, İranlıların kendi zengin ve baskın kültürleri, İslami ve ardından batı kültürüyle karşılaştıktan sonra derin bir değişim ve dönüşüme uğramıştır.
Bu esasta Şii İslamiyet’in bazı kavramları ve tanımları İranlı kimliğiyle örtüştüğü için İranlı kültürün pekişmesine ve hatta güçlenmesine neden olmuştu. Örneğin eski İran kültüründe var olan iyilik ve kötülük savaşları ve iyiliğin mutlaka kazanacağı inancı Şii mezhebinin Muharrem kültüründeki zalim ve mazlum savaşı olan İmam Hüseyin ve Yezid tiplemesinde özdeşmiş ve pekiştirilmiştir. Yabancı araştırmacılar açısından, her İranlı aslında kendi ülkesini dünya merkezi olarak algılamaktadır. Böyle bir İran merkezci bakış sonucunda, İranlı otoriterler ülkelerini dünya konjonktürünün odak noktası durumunda zannederek dünyada yaşanan olayların doğrudan İran ve onların benimsedikleri İslami ideolojiye karşı bilinçli bir düşman eylemi olarak algılamaktadırlar. Fuller söz konusu kitabın diğer bölümünde ise, İranlılara özgü üstünlükçü ve ben merkez algılamalara dönemin Cumhurbaşkanı Rasancani’nin bir konuşmasını örnek getirmiştir. Rafsancani bu konuşmasında İran’ı dünyanın eşi benzeri bulunmayan pırlanta olarak nitelemişti. R. Ramazani ise bu konuyu farklı açılardan ele almaktadır. Ramazani’ye göre; İran’da imparatorluk duvarları yıkılsa da, imparatorluk efsanesi yerli yerinde durmaktadır. İranlılara özgü bu kimliksel ve kültürel özellik, İran dış politikasına sınır ötesi ve evrensel bir özellik atfetmektedir.

Evrenselcilik:

Devletlerin dış politikası onların bakış açılarını ve uluslararası düzlemde kendilerine veya diğer devletler yakıştırdıkları vizyon ve rolü göstermektedir. Mevcut uluslararası düzene karşı çıkan ülke konumunda olan İran, bu düzenin değişmesi gerektiğinden yanadır. Nitekim bu doğrultuda İran İslami rejiminin kurucusu Ayetullah Humeyni, mevcut uluslararası düzenin siyasi açıdan eşitsiz, zalimce ve felsefi açıdan özürlü olduğu için bu düzene karşı çıkmış ve reddetmişti. Uluslararası düzen, tarihsel ve kültürel perspektiften tamamen batı temelli bir zihniyetin ürünü ve siyasi birimlerin parçalanmasına ve yapay sınırlara dayalıdır. Oysaki İslami bakış açısından uluslararası düzen ümmet eksenli İslami kurumların bileşimi yönünde ve özellikle ayırıcı simgeler ve kuralların karşısındadır. İran İslam Cumhuriyeti’nin kabul ettiği ve benimsediği bu misyon, adalet eksenli evrensel bir algılayışa dayalıdır. Böyle bir algılama İslami öğretiler ve İranlıların tarihsel zihniyetlerinden esinlenmektedir. Bu doğrultuda İranlılar tarih boyunca her zaman dünyayı bir ahlaki ve manevi perspektifte kavramış ve adalet yönelimli algılama tarzları olmuştur. Söz konusu algılama tarzı dünyada adaleti yaymak için Mehdi zuhuru inancıyla birleştirildiği sonucunda dünyada yeni düzenin kurulmasına zemin hazırlayacak evrensel bir misyon inancı daha güçlenmektedir. Ayetullah Humeyni İslam dininin evrensel olduğuna ve bu doğrultuda rejim ihracına önem veriyordu. A. Humeyni’ye göre; İslam bir ülke, birkaç ülke, bir millet ve hatta Müslümanlar için gönderilmemiştir. Belki tüm insanlığı adalet şemsiyesi altında toplamak amacıyla gönderilmiştir. Ancak İslamiyet’i yaymak için kılınca lüzum yok ve asla zor ve baskı yoluyla ihraç edilemez. Söz konusu düşünce Ayetullah Humeyni’nin 1989 Ocak ayında M. Gorbaçev’e gönderdiği mektupta açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ayetullah Humeyni, batı ve doğu milliyetçiliğinin çıkmaza vardığı konusunda Gorbaçev’i kesin bir dille uyararak ortaya çıkan bu ideolojik boşluğun sadece ve sadece İslami değerler tarafından doldurulabileceğini söylemişti.

Bölgesel Egemenlik:

Egemen konuma ve bölgede üstün role sahip olabilme arzusu, İran dış politikasının devrim sonrası ve öncesi bu ülkenin önemli hedefleri arasında yer almaktadır. Nitekim İran’ın kültürel, ekonomik, siyasi açılarda ve özellikle askeri ve savunma sistemleri alanında 2025 yılına kadar Ortadoğu bölgesinde birinci güç konumuna ulaşabilmesi ulusal planda ön görülmüş ve üzerine vurgu yapılmıştır. İran tarafından bölgesel rolünün ifa edilmesi 1960’lardaki iki sütunlu Nikson cumhurbaşkanlığı dönemine kadar uzanmaktadır. 1970’li yıllarda petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte bu rolün İran tarafından ifa edilmesine olanak sağlandı. Devrimin kazanması sonrası, devrim ve savaş akımı bölgesel rolünün İran tarafından ifa edilmesi ihtimalini azalttı. Gerçi mevcut uluslararası düzen çerçevesinde bu rolün ifası konusunda İranlı yetkililerinin siyasi ve ideolojik bağlamda istekli değillerdi. Ve aslında bu bağlamda bu rolün her türlü kabullenişi mevcut uluslararası düzenin kabulü anlamındadır. Bu doğrultuda doğal olarak bu durum İran devrimci düzenin İslami inanç ve değerleriyle çatışmaya ve çelişkiye sürüklerdi. SSCB dağılması sonrası yaranan yeni bölgesel koşullar doğrultusunda İran, bölgede etkin bir role sahip olma yönünde, kendine evrensel bir rol biçerek ve bu çerçevede uluslararası bir yeni düzen önermesiyle kararlılığını ortaya koymuştu.
Bu esasta ABD baskıları ve dünya yeni düzenine karşı koyma yönünde İran, iki yöntem kullanmıştı. Birincisi Çin gibi uluslar arası ilişkilerde etkin ülkeleri kendi siyasi hesaplamalarında önem verdi. İkincisi BM rolüne yenidünya düzeninin koordinasyonu ve desteklemesi yönünde vurgu yaptı. Bu tutum sonucunda İran çok yönlü bölgesel işbirliklere ve uluslararası etkinliklere yönelmişti. Rusya ve Çin gibi etkin güçlerle ortaklık ve uygulama sürecine girme, İran’ın bölgesel hedef ve isteklerinin bir bölümü olarak değerlendirmek mümkündür. Bazı uluslar arası ilişkiler uzmanlarına göre; İran, gelecekte Ortadoğu bölgesinde en etkili devlet olabilme yönünde potansiyel bir güce sahiptir. Bary Rubin’e göre ise; İran Ortadoğu bölgesinin en güçlü devletidir ve hiçbir Arap devleti böyle bir iddiası olamaz. Aslında İran’a özgü üstünlükçü değerler ve normlar, İslami öğretileri çerçevesinde ülkenin potansiyel olanakları doğrultusunda ve bölge düzeyinde ortaya çıkma olasılığı vardır. Bu esasta bölge düzeyinde ekonomik ve güvenlik işbirliği alanlarını belirleyebilen yumuşama ve güven verici bir etkin diplomasi sadece bu stratejik amacı gerçekleştirebilir.

Yabancı Karşıtlığı

Son iki yüz yıl İran tarihinde ve özellikle 20. Yüz yılın başlangıcından itibaren İran’da ortaya çıkan tüm toplumsal, entelektüel ve dini hareketler tamamen antiemperyalizm ve sömürgeciliğe karşı hareketlerin odak noktası ulusal egemenlik düşüncesi ve İranlıların kendisinin ülke yönetiminde bulunmaları gerektiği üzerinde şekillenmiştir. Batılı siyasi yorumcuları tarafından “yabancı fobi” olarak değerlendirilen İranlıların bu duyarlılığı ve hassasiyetinin temel nedeni İslami geleneklere bağlı bu insanların gayri Müslim diye tabir ettikleri ve yabancılaştırdıkları küfür toplumun Müslüman bir ülkede egemen olmalarına veya söz sahibi olmalarına karşı çıkmalarıydı. İslami devrimin İran’da iktidara geçmesiyle birlikte söz konusu yabancı fobi, yabancı düşmanlığına dönüşerek Nefye sebil İslami şart olarak bilinen esasında uluslararası normların kabul edilmesinde ve küfür dünyasına bağlı ülkelerin politika ve diplomatik ilişkilerde birçok sınırlama ve kısıtlamalar getirilmiştir. Bu nedenden ötürü İran anayasasında yabancı sermayenin ülkede yatırım yapması ve yabancı uzmanlarının kamusal alanda çalışmaları konusunda ciddi sınırlamalar ve kısıtlamalar söz konusudur. Ancak gerçek şu ki, İranlılar ne kadar İslami bir geleneğe bağlı zenofobi veya hatta yabancı düşmanı olsalar da bu korkularının temelinde batı dünyasına karşı tarihi bir güvensizlik meselesi özellikle son iki yüz yılda batılıların İran’da var olan zengin kaynakları yağmalamak amacıyla sinsice uyguladıkları planlar ve komplolar sonucunda İran yönetiminde doğrudan veya dolaylı belirleyici rol oynayarak İran halkına ve ülke egemenliğine karşı çeşitli müdahaleler vasıtasıyla ciddi taarruzlar etmişlerdi. İran halkının hafızasına kazınan bu taarruz ve müdahalelerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
* 1813 ve 1828 Rusya ile İran arasında imzalaşan Gülistan ve Türkmen çay Sözleşmesi doğrultusunda şimdiki Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan topraklarını kapsayan güney Kafkasya bölgesinin İran himayesi altından çıkarak Rusya’nın himayesi altına girmesi,
* 20. YY başlangıcında meşruta hareketlerini hüsrana uğratmak
* Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında İran’ın tarafsızlık kararlarını yok sayarak ülkeyi işgal etmeleri,
* O dönem İran’da hâkim olan devlete 1907 ve 1915 sözleşmelerini çeşitli diplomatik baskılarla imzaya zorlaması,
* Şah rejimini korumaya yönelik 19 Ağustos 1953 darbesini destekleme,
* 5 Haziran 1963 yılında Şah rejimine karşı ayaklanan halkın Şah tarafından şiddetle bastırılmasına göz yummak.

Bu doğrultuda devrimin ana sloganlarından birini oluşturan “Batı’ya hayır, Doğu’ya hayır” sloganı da süper güçlerin ve batılı emperyalizmin her türlü egemenliğini reddetmek ve ülke bağımsızlığı üzerine ortaya çıkmıştır. Söz konusu bağımsızlık ve yabancı egemenliğini reddetme önemi üzerinden İran anayasasında dış politikayla ilgili dört maddeden iki maddesi biçimlenmiştir. 152. madde net bir şekilde; “İran dış politikasının hedefini her türlü yabancı ülkenin sultasına ve egemenlik kurmasına karşı her yönlü bağımsızlığı ve ülke bütünlüğünü koruması ve bu doğrultuda tüm Müslüman halkların haklarının savunması, uluslar arası düzlemde hâkim konumda olan dış güçlere karşı bağlantısızlığı ve düşman konumunda olmayan devletlerle barışçıl ilişkiler sürdürme olarak ortaya koymaktadır. Anayasada geçen “sulta” sözcüğü İranlıların, yabancı dış güçlerin ülkede ettikleri müdahalelere karşı verdikleri bir tür tepki ve yanıt niteliğini taşımaktadır.
İran dış politikasında birçok yan etkileri ve yansımaları olan söz konusu yabancılara karşı güvensizlik meselesi bazen aşırı kuşkuculuğa dönüşmektedir. Kuşkuculuk sonucunda İran, dış politikada sergilediği birçok davranışta ikilemli ve anlaşılmaz görünmektedir. Güvensizlik sorunu yaşadığı ülkelere karşı İran’ın sergilediği diğer politika ise, üçüncü güç konumunda olan ülkelerle ilişkileri kurma ve pekiştirmektir. Rıza şah döneminde İran’ın Almanya’dan yana bir tutum benimsemesini bu esasta görmek mümkündür. İslami devrim sonrasıysa İran’ın batıya karşı özellikle nükleer programları doğrultusunda Çin ve Rusya ile ilişkileri iyi seviyede tutması da bu doğrultuda değerlendirilebilir.

Adaletçilik:

Adaletçilik kavramı, İran İslami düzenin kimliğini oluşturan bazı özelliklerden biri olarak, ulusal ve uluslar arası düzeylerde her türlü ayrımcılığı yok etme ve eşitliği sağlama yönünde çaba sarf etme anlamını taşımaktadır. İnsani değer olarak adaletçilik İslami normların bir ürünü olarak İran halkının kültürünün bir parçası haline dönüşmüştür ve böylece İran anayasasının temel kavramlarından birini oluşturmaktadır. İslami devrimin ilk yıllarında sömürü düzene ve emperyalizme karşı bir söylem olarak ortaya çıkan adaletçilik olgusu daha eşit bir dünya için mücadele eden bölgesel İslami ve devrimci hareketler şeklinde kendini göstermişti. Ayetullah Humeyni, ABD emperyalizmini büyük şeytan olarak tanımlamıştır ve bu doğrultuda uluslar arası düzene hâkim eşitsizliğe karşı bir mücadelenin odak noktasını belirlemişti. İslamiyet’in evrensel bakış açısını ve Şii mezhebinin adaletçi özelliği doğrultusunda İran İslam devrimi, adaletin yayılması yönünde politikalar uygulamıştı. Nitekim İran’ın, Irak Şiilerini, Afganistan İslami Hareketini desteklemesi, ABD’nin bölgedeki askeri varlığına karşı çıkması, uygulanan bazı politikalardandır. Ancak gerçek şu ki, İran’ın benimsediği eşitlikçi ve adaletçi söylem politikası, batı emperyalizmin milli ve küresel çıkarlarına ters düştüğü için güçlü medya aracılığıyla dünya kamuoyuna İran’a özgü siyasi kültür, akıl dışı, aşırı ve duygusal bir davranış biçiminde lanse edilmiştir.

İslami ve Devrimci Hareketleri Destekleme

Adaletçilik ve evrensellik özelliklerinin İran İslami Devriminin uyguladığı dış politikasına kattığı önemli değerlerden biri, dünyada ve özellikle bölgede İslami ve devrimci hareketleri destekleme önemidir. Bu doğrultuda sömürü düzene ve emperyalizme karşı mücadele politikasını yürüten İran, bu yolda hareket eden İslamcı grupların yanı sıra, Amerika karşıtı solcu grupların hareketlerine de destek çıkmaktadır. İran dış politikasının siyasi evrensellik özelliğini de yansıtan bu politika anayasanın girişinde ve 11. Maddesinde vurgulanmıştır. İran dış politikasının öncelikleri arasında Filistin hareketi yer almaktadır. Bu öncelikli politikanın hedefinde işgalci rejim konumunda olan İsrail’e karşı tüm Müslümanların birleşmesi ve mücadele etmesi vardır. İsrail’e karşı verilen mücadelede komşuluğu nedeniyle ön cephe konumunda olan Suriye ile ilişkilerin en üst düzeyde tutulması ve özellikle Suriyeli yetkililerin İsrail karşıtı bir dış politika sergilemeleri, İran için stratejik bir hedef esasında hayati önem arz etmektedir. Aslında dış politikada İslami hareketlere yönelik İran’ın yaptığı söylemsel, propagandasal ve hatta bazen maddi veya askeri yardımlar, bir taraftan İran için önemli koz ve pazarlama olarak batı güçleriyle ve özellikle komşu ülkelerle girdiği kriz ve siyasi düellolarda kullanabilmektedir. Bu esasta bir baskı mekanizması olarak işlev yapan bu koz, söz konusu ülkelerin İran’a karşı tutumlarında yumuşama ve hatta geri adım atmalarına ve özellikle İran’ın ideolojik kimliğini ve karakteristiğini kabullenmesine ve bazen desteklemesine neden olabilmektedir. Bu yüzden İran’ın kalıcı politikalarının hedefinde özgürlükçü ve devrimci hareketlerin desteklenmesi her zaman kayda değer önem arz etmektedir.

Bağlantısızlık ve Üçüncü Dünyacılık:

İran İslami devrimi sonrası benimsenen İslami kimlik üzerine kurulan İran dış politikasında birkaç önemli unsur ön planda tutulmuştur. Bu unsurlar doğrultusunda İranlı elit politikacılar için uluslararası arena bir taraftan bastırılmış ve sömürülmüş halkların ve diğer tarafta ise, sömüren güçler ve onların işbirlikçilerinin arasındaki süren çatışmanın sahnesi gibi algılanmaktaydı. Bu esasta İran, sömürülmüş halkların birleştirici gücü olarak kendine rol biçerken aslında kendisini çoğunluğu Müslüman olan söz konusu yazık ve yoksul kitlelerin umut kapısı ve kurtarıcısı gibi görmekteydi. Ne kadar altından kalkabilineceği bir kenara Böyle bir bakış açısıyla dış politikasını düzenleyen İran için, dünya Müslümanları başta olmak üzere dünya halklarını, süper güçlerin sömürüsü ve zulmünden kurtarması hissi beraberinde büyük yükümlülükler ve sorumluluklar getirmekteydi. Aslında İran devriminin esas sloganlarından birisi olan “batıya hayır doğuya hayır, sadece İslami Cumhuriyeti” sloganı da bu sorumluluk ve yükümlülükler doğrultusunda ortaya konulmuştur. Böyle bir sorumluluk hissi doğrultusunda doğal olarak ABD başta olmak üzere batılı güçlerin İran’daki kurdukları casusluk merkezleri kapatılmıştı, karşılıklı imzalanan askeri ve savunma anlaşmaları geçersiz kılınmıştı, tek taraflı olarak SENTO anlaşması üyeliği iptal edilmişti ve İran-Rusya arasında imzalanan 1921 dostluk anlaşmasının 5. ve 6. maddeleri iptal edilmişti. Nitekim İran anayasasının 152. maddesi, İran dış politikasının eğilimini bağlantısız ülkelere doğru değiştirirken, dış güçlerin diktasını reddetme ve onların karşısında yükümlülük kabul etmeme ve bağlantısız olma üzerine vurgu yapmıştır.
Üçüncü dünya ülkeleriyle İran arasında ekonomik işbirliklerin ve karşılıklı ticaretlerin yapılması ve siyasi makam ve heyetlerin karşılıklı ziyaretler gerçekleştirmesi, uluslar arası mesele ve sorunlarla ilgili benzer ve hatta ortak tutum sergileme ve politika yürütme ve bağlantısızlar hareketinde aktif işbirliği sürme devrim sonrası İran dış politikası yönünün değişmesine yol açmıştır. SSCB dağılması sonrası, bağlantısızlar hareketin çıkış noktası ve benimsediği hedefler olarak büyük güçlerle askeri anlaşmalar imzalamaktan kaçınmaları artık anlamını kaybetmişti. Ancak İran için bu hareketin uluslar arası düzene hâkim koşullara bakmaksızın anlamını eskisi gibi korumaktaydı ve önemi hiçte azalmamıştı. Böylece İran için küresel güçlere karşı bağımsız kalabilme politikası eskisi gibi her açıdan batı güçlerine karşı bağlantısız kalabilme doğrultusunda devam etmektedir.

Güvenlik Arayışları:

İran dış politikasının diğer önemli hedeflerinden birisi güvenlik sorunu ve ulusal güvenliğinin her an tehlikeye düşebileceği üzere ulusal güvenlik genellikle toplumun kendi bakışına ve güvenlik algılamasına göre tanımlanır. Siyasi yazında “korkudan kurtulma” veya maddi ve manevi huzura erdiren “güven duygusu” olarak tanımlanmaktadır.
İran açısından güvenlik algısı, aslında iki önemli etken olarak ülke jeopolitiği ve tarihsel yaşanmışlıklar üzerinden tanımlanabilir. İran kendini tehdit altında hissettiği için her zaman caydırıcı ve savunmaya dönük politikalar üretmek zorunda hissetmektedir. Ortadoğu’nun en hassas ve stratejik bir ülke konumunda olan İran, diğer komşu ülkelere nazaran daha uluslar arası ve daha güvensiz ve tehdit altında bir ülke özelliğini taşımaktadır. Devrim sonrası ABD ve İsrail’in izledikleri düşmanca politikaları, Arap ülkelerinin İran’a karşı dostça ilişkiler yürütmemeleri, Irak ve Afganistan’da gerginliklerin devam etmesi, Basra körfezindeki üç adalar (Küçük Tomb, Büyük Tomb ve Abu Musa) üzerinde Arap Emirliklerinin hak talep etmesi, İran’ın kuzey sınırlarında SSCB’nin dağılmasıyla birlikte mikro devletlerin ortaya çıkması ve ardından kimliksel, ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlerin yaşanması, İran’ın dış politikasında güvenlik ve askeri meselelerin daha ön planda tutulmasına neden olmuştur. Güvenlik meselesinin İran dış politikasında ön planda tutulması aslında İran’ın caydırıcı ve savunmaya dönük gelişmiş askeri silahlar ve füze sistemlerine sahip olması gerektiğini beraberinde getirmekteydi. Nitekim İran’ın son yıllarda Şahab 3 füzelerini dış güçlerin tüm yaptırımlarına rağmen üretmesini bu esasta yorumlamak ve değerlendirmek mümkündür.
İranlı ve yabancı siyasi yorumculara göre; söz konusu füzeler aslında olası İsrail rejiminin saldırısına karşı bir savunma özelliğini taşımaktadır. Ancak öte yandan bu füzelerin İsrail topraklarındaki her hangi bir hedefi vuracak şekilde ayarlandığı söylenmektedir.
Al Âlem Televizyon haberine göre ise, bu füzelerin İran’a kattığı en önemli yarar bu ülkenin bölgede bir güçlü savunma sistemine sahip füze gücüne dönüşmesidir. Bu esasta İran dış politikası tüm odak noktası kendi bekası ve siyasi ve güvenlik algıları doğrultusunda düzenlenmektedir.
Şehit Behişti Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Fakültesi öğretim görevlisi prof. Dr. Mahmut Seri-ol-Kalem, devrim sonrası İslami Anayasa maddelerini ve İslami rejiminin uluslararası arenada sergilediği siyasi davranışlarını esas alarak genel bağlamda İran dış politikasının ilke ve hedeflerini şöyle sıralamaktadır:
1) Uluslararası ilişkilerde devletleri değil, milletleri muhatap almak ve tercih etmek,
2) İsrail’e karşı mücadelede Filistin İslami Hareketi’ne her türlü desteği sağlamak,
3) ABD’ye karşı mücadele etmek,
4) Ülkelerarası güç ve iktidar ilişkisini ve kurulan düzeni kabul etmemek,
5) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde var olan Veto sistemini reddetmek,
6) Uluslararası ilişkilerde devletleri değil, hareketleri ve özellikle İslami aktivistleri tercih etmek,
7) Dış ilişkilerde yürütülen politikalarda siyasi ilişkilerin ekonomik ilişkilerden ayrı tutulması,
8) Dış politikada ve ilişkilerde siyasi bağımsızlığa önem vermek ve her şeyden üstün tutmak,
9) İkili ilişkilerde ideolojik ve inanç çıkarları ticari ve ekonomik çıkarlardan üstün tutmak ve önemli bulmak,
10) Büyük güçlere ve onların politika ve ekonomik çıkarlarına rant sağlayacak her türlü anlaşma ve politikadan uzak durmak ve emperyalistlere karşı her zaman mesafeli davranmak,
11) Devletlerarası ilişkilerde siyasi adalete önem vermek.

SON